Sayfalar

9 Aralık 2011 Cuma

Romeo ve Juliet - Bir Tiyatro Klasiği

İzmir Devlet Tiyatrosunun 8 Aralık 2011 tarihinde Karşıyaka Ragıp Haykır sahnesinde, Malcolm Keith Kay'in yönetiminde sahneye koyduğu, William Shakespeare'in unutulmaz eseri Romeo ve Juliet oyununa F-21,23 koltuklarında Burcu'yla beraber izledik.

Oyunun kitabının bir kısmını okumuştum önceden. Oyuna dair üç aşağı beş yukarı bir fikrim vardı. Aşkların nasıl geliştiği hangi zorluklarla karşılaştıkları, ailelerin düşmanlığı. Oyunu genel olarak pek beğenmedim malesef. Kafamda oynattığım oyun izlediğimden çok daha güzeldi ama gene de oyunda emeği geçen herkesi takdir etmek lazım. Gelelim oyunun kısa bir özetine ve sahnelerle ilgili düşüncelerime.

Oyun Capulet ve Montague ailelerinin uşaklarının çatışmasıyla başladı. Bir mikrofondan gelen ses bir oyuncunun sesi derken bağrışmalardan pek bir şey anlaşılamadı malesef.

Oyun biraz daha ilerleyince karşımıza sarhoş Romeo çıktı. Oyunun en güzel sahnelerinden birisiydi bu bölüm. Romeo, Romeo'nun kuzeni Benvolio ve onların en yakın arkadaşı Mercutio'nun bir arada olduğu sahneler gerçekten çok keyifliydi.

Capuletlerin evindeki maskeli baloda gördük ilk kez Juliet'i. Bir kafesin içinde bir melek gibi aşağı indi Juliet. Kafes ilk başta çok hoş bir öğeydi ancak oyunun devamında Juliet'i hep o kafesin içinde gördüğümüz için Juliet'ten pek tat alamadım. Kafesin demirleri oyuncunun görüntüsüyle aramıza girmesi oyunun tadını kaçırdı biraz. Kendimi Juliet'in sahnelerinde hiç oyunun içinde hissedemedim.

Oyundaki en iyi oyunculuklardan bir tanesi rahip rolünü canlandıran kişiydi. Kimin kimi canlandırdığını bulamadığım için o değerli oyuncumuzun adını yazamıyorum malesef. Mimikleriyle, hareketleriyle izleyiciyi kendine bağlamayı başardı. Oyunda onun olduğu sahnelerde gözüm hep ondaydı. Bir diğer beğendiğim oyuncu ise Romeo'nun kuzeni Benvoli rolündeki kişiydi.

Oyunda anlamadığım bir şekilde sahne geçişlerinde gereksiz çatışma sahneleri koymalarıydı. Işıklar karardığı anda patlayan silahlar, silahların patlamasından kaynaklanan rahatsız edici bir toz dumanıyla ve sis makinasının çalışmasıyla seyirciler bazen zor durumda kaldılar.

Oyunun ilk perdesinden genel olarak memnun kaldım. İkinci yarı küçük bir hayal kırıklığı yaratmadı değil bende. İkinci yarıda bir koşturmaca vardı ortalıkta. Sanki birisi oyunu şu saate kadar bitirmezseniz yakarız sizi dermiş gibi sahne geçişleri tam tamamlanmadan oyunun hareketlenmesi, olayların zaman olarak sıkıştırılması ben de bir bitse de gitsek havası uyandırdı. Bu koşturmaca oyun bitip oyuncular selam verirken de devam etti. Işıklar karardı oyuncuların bir kısmı selam verdi daha yüzlerini göremeden gittiler, üst sahnede aileleri canlandıran oyuncular selam verdi onları da göremeden gittiler. En son Romeo ile Juliet selam verdi onlar diğer oyunculara nispeten daha uzun kaldılar ve oyun bitti.

Çok fazla tiyatroya gitmeyen biri olduğum için yorumlarım, izlenimlerim ne kadar doğrudur bilemiyorum ama kendimi oyunun havasına bir türlü sokamadım. Bir soğukluk vardı oyunda, bunda yukarıda da bahsettiğim gibi kafesli bir oyun olmasının etkisi olabilir, bir de oyunda iki katlı sahne kullanılmıştı. Oyun asma üst katlarda oynandığında hem oyuncuların kullanabileceği alan dardı hem sahne boş kalıyordu, hem de seyirciye bir uzaklık vardı. Oyunun zeminde oynandığı kısımlar daha samimiydi bir yakınlık vardı. İkinci yarının daha çok üst tarafta oynandığı için ikinci yarıdan daha az zevk almış olabilirim.


Ne iyi ne kötü bir oyundu. Bir kaç değişiklikle çok daha etkileyici olabilirdi.

12 Kasım 2011 Cumartesi

Atatürk Geometrisi

Okan Bayülgen TV 8’de olağanüstü güzel bir sohbet programı yaptı önceki akşam.. Konu Atatürk idi elbette... Sohbetin bir yerinde Atatürk’ün geometri kitabından söz edildi...  Okan Bayülgen, Atatürk’ün bir geometri kitabı yazdığını, bugünkü geometri deyimlerini Atatürk’ün ürettiğini duymamış. Çok olağan. Bize de okul yıllarında bundan hiç söz edilmedi. Muhtemelen hocalar da bilmiyordu... Geometri kitaplarının bir köşesinde yazsa ya.. Yazmıyordu...
Evet Atatürk oturmuş Dolmabahçe’de 1937 yılında 44 sayfalık bir geometri kitabı yazmıştır... Fransızca kitaplar üzerinde de çalışarak Arapça geometri deyimlerini Türkçeleştirmiş... Türkçe terimleri bizzat üretmiş. Mesela bakın hangi yabancı sözcükleri nasıl Türkçeleştirmiş:
 “kutur -  çap, hattı munassıf - açıortay, kaim zaviyeli müselles - dikey üçgen,   murabba - kare, satıh - yüzey,  zâviye - açı,  amûd - dikey, mustatîl - dikdörtgen, muhammes - beşgen...”
Bugün kullanılan “boyut, uzay, yüzey, düzey, çap, yarıçap, kesek kesit, yay, çember, teğet, açı, açıortay, içters açı, dışters açı, taban, eğik, kırık, çekül, yatay, düşey, yöndeş, konum, üçgen, dörtgen, beşgen, köşegen, eşkenar, ikizkenar, paralelkenar, yanal, yamuk, artı, eksi, çarp, bölü, eşit, toplam, oran, orantı, türev alan, varsayı” gibi terimler Atatürk tarafından türetilmiştir. Her tanım, ilgili kavramı açık biçimde anlatır.
Bir ara “Sinüs” gibi bazı sözcüklerin Türkçesi için Ulus gazetesinde yarışma da açılmış...  Halkın ilgisi çekilmiş.
Cumhuriyet dönemine ilişkin bu tür soylu çabalar nedense hep unutulur ya da unutturulur...


Melih Aşık - Milliyet

1 Kasım 2011 Salı

Fişi Çekmek - Ötenazi

Ötenazi, bir canlının yaşamını - dayanılamayacak durumda olması durumunda - canlıya acı vermeden ya da az acı vererek öldürmektir. Ötenazinin de çeşitleri vardır.

Aktif Ötenazi: Hastanın kendi istekleri dogrultusunda bir ilaç ya da zehirli iğneyle öldürülmesi
Pasif Ötenazi: Hastanın tedavisinin kesilerek öldürülmesi
Dolaylı Ötenazi: Hastaya yüksek dozda agrı kesici vererek daha çabuk - ağrısız ölmesi

Gelelim ötenazinin yasallığına. Aktif ötenazi çoğu ülkede yasaktır. Hollanda'da yasal olarak yasak olmasına ragmen cezadan muaf tutulduğu durumlar da vardır. Bunun için bazı şartların oluşması gerekmektedir.
1) Hastanın açık isteğiyle
2) İkinci bir doktorun danışman ve tanık olarak bulunması koşuluyla
3) Polise savcılığa haber verilmesi koşuluyla

gerçekleştirilebilir.

Türkiye'de 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'na göre, hastaya ötanazi uygulayan fail (hekim), tasarlayarak (taammüden) adam öldürme hükümlerine göre yargılanır ve ağırlaştırılmış müebbet (ömür boyu) hapis cezasıyla cezalandırılır.


Peki ötenazi yapılmalı mı yapılmamalı mı ? Bu soruya tam bir yanıt vermek zor. Bu sorunun cevabı kişiden kişiye, o anki şartlara bağlı olarak değişecektir.

Diyelim ki bir hasta bitkisel hayatta. Doktorlar dönemlerinin getirdiği tüm tedavi yöntemlerini denemişler, ellerinden bir şey gelmeyecek durumdalar. Hastanın çevresiyle hiç bir iletişimi alakası kalmamış, sadece makineler sayesinde soluk alıp veren beyin ölümü gerçekleşmiş bir hasta. Bu hastanın fişinin çekilmesi bana göre doğrudur.

Bir başka örnek olarak da çok ilerlemiş düzeyde akciğer kanseri olan bir hastayı düşünelim. Akciğer kanseri çok ilerlediğinde tedavisi mümkün olmayan hasta için çok ağrılı bir sondur. Bu hastaya yüksek dozda morfin vererek rahat bir şekilde ölmek bence o insanın hakkı. Tabi kendi isteği de bu doğrultudaysa.

Biraz da hasta yakınlarının gözünden inceleyelim bu durumu. İşin bu tarafını düşünmek diğer tarafını düşünmekten çok daha zor. Hasta yakının ötenaziyi reddetmesi ya da istemesi, o kişinin dini sebeplerine, hastaya olan bağlılığına, maddi düzeyine, toplumsal durumuna vb durumlara göre çok değişkenlik gösterebilir.

Biraz da değişik bir örnek üzerinden yola çıkalım bu sefer. Düşünün ki bir yakınınız; bu sizin kardeşiniz, anneniz, babanız, çocuğunuz olabilir, ağır bir trafik kazası geçiriyor. Kafatası kırıkları, beyin zedelenmesi var. Yakınınız etrafıyla hiç bir ilişki kuramıyor. Ağzından bir boruyla besleniyor, her gün onun ihtiyaçlarını karşılamak zorundasınız. Bu kişi size bağımlı bir halde ancak etrafında olan bitenden habersiz bir şekilde yaşamaya devam ediyor. Bu kişinin ölmesi mi daha iyidir yoksa hayatınızda çoğu zaman size yük olarak yaşaması mı ? Açıkçası ben bu soruya kendi adıma net bir cevap veremiyorum ancak ölmesi bir taraftan daha ağır basıyor. Sonuçta hasta geri dönüşü olmayan size bağımlı bir durumda. Hadi hastanın bakımını üstlendiniz bir şekilde peki ya bir gün size bir şey olursa da ilgilenemezseniz onunla ne olacak ? O kişiye yakınlığımdan dolayı da ölmesini istemem ama. Dediğim gibi bu soruya net bir cevap veremiyorum.

Ötenazi ve intihar kavramlarını karıştırmamak da önemli tabi. Ötenazi sadece sonucu ölüm olacak durumlarda kişinin kendi isteğiyle ya da yakınlarının isteğiyle acı çekmeden ölmesine yardımcı olmaktır. 

Sonuç olarak ötenazi ahlaki, dini, maddi her yönden incelenerek karara varılması gereken bir durum. Benim şahsi düşünceme göre bazı durumlarda, özellikle ağır bir hastalığın son dönemlerinde ya da geri dönüşü olmayan koma, beyin ölümünün gerçekleştiği zamanlarda uygulanmalı. Bu şekilde hasta acı çekmeden daha insancıl bir şekilde ölebilir. Tabi bu konu hakkında herkes kendi inanışına, hayat görüşüne göre farklı şeyler düşünebilir.

13 Eylül 2011 Salı

Sadece Yatıp Uyumak - Yazıyla Alakası Yok

Anlatmak isteyip de anlatamadığım o kadar çok şey var ki. Biriktirdim hepsini. Bir ucundan çıkmaya başlasa hepsi çıkıcak da yok o ilk cümle gelmiyor. Ardımda azgın bir nehir var önüne çok sert bir set çekmişim. Bu kadar sağlam olmasa iyiydi aslında be. Sadece yatıp uyumak istiyorum. Özlediğim insanları düşünmek, gelecekte neler olabileceğini düşünmek, geçmişte yaptığım tercihleri yapmasaydım şu anda nerde nasıl olurdum. Her şeyi bilmek istiyorum ama o kadar çok şey bilmek de iyi şey değil. Ders çalışmak istiyorum ama bu sadece bir istek. Beynimde dolanıyor. Ne egom ne kaslarım uzanmıyor derse. Gözlerim de yarı kapalı zaten. Plaklarımı dinleyerek şarap içmek istiyorum ama ne şarabım var ne de şarap içecek kadar midemde yer var. Çok kilo aldım zaten gene. Çandarlıya gitmeden önce ne güzel zayıflamaya başlamıştım. Bi Çandarlıya gittim ayağımı burktum geldim. O son güne kalmıcaktık işte cumartesiden döneceydik ben de bileğimi burkmayacaktım tatilimin 1.5 haftasını da evde salak salak yatarak geçirmiyecektim. Şimdi ben bunları yazıyorum ya niye yazdığımı da bilmiyorum. Yazıyı yayınlıycak mıyım onu da bilmiyorum. Ajda Pekkan'la Sertab Erener de yıl geçtikçe güzelleşiyor sanki. Alnımda kırışıklıklar mı oluştu yoksa kaşlarımı çok çatıyorum ondan mı kırış kırış görünüyor. Bu sıcakta sadece yatılıp uyunur okul nerden çıktı ya. Bir de akşama kadar durmaksızın ders yapıyo adiler azcık serbest bırak bi eve gidip uyuyalım iki adım dışarda yürüyorum benim bütün hayat enerjim gidiyor. Venesaur gibi güneş enerjisini istediğim gibi kullanabilsem keşke. Olum bende Charizard'ın kartı vardı lan. 3 tane de çıkartma albümü tamamlamıştım. Biz küçükken McDonalds'ın verdiği oyuncaklar daha güzeldi. Power Rangers vardı onu hatırlıyor musunuz ? Benim en sevdiğim dizi oydu okuldan gelince ilk iş onu izlerdim sonra pokemon geldi ama pokemonun çoğunu kaçırıyordum eve gelinceye dek. Bir de tasolar vardı ya chetosdan çıkıyordu onlarla oynuyorduk ash tasosu da baya taşaklı tasoydu evde bi sürü taso vardı. Okula götürünce onları hocalar alıp sevdikleri çocuklara veriyolardı sinir oluyordum. Bugüne dek sadece 2 tane hocayla takıştım. Bir tanesi yüzünden TED'in IB'sine giremedim e IB'ye giremeyince de TED'de okumanın bir anlamı olmadı dersaneden de gazı verince kendimi BAL'da buldum. Valla ne alaka ben de bilmiyorum. Sonra bi gün baktım Ankara Atatürk Lisesindeyim. İyiki de oraya gitmişim. Valla en taşaklı lise bizimki lan şenliği yeter lan. O şenliklerden sonra hiç bir konser festival vb organizasyondan keyif alamadım zaten. Bana takan diğer hoca da geometriciydi ekvator, yarım dünya. O herif yüzünden ilk defa not yükseltme sınavına girdim. O gün de ayrı bir eğlenceydi ya. Ben gitmişim turist gibi sınava şort tişört. Beni almadılar sınava. Sınava 10 dk kala eve gidip üstümü değiştirip geldim. Notumuz yükselttik allahtan. Ulan yazı nerden nereye geldi ya. Ufak bir hayat hikayesi anlatmışım. Bi de internete internet sayfası hazırlamaya acaip bir ilgim vardı. Daha öncede paylaşmıştım ama burda da paylaşmanın yeri geldi. http://web.bir.net.tr/can kaçıncı sınıfta hazırladım bilmiyorum ama bence o yaşa göre iyi sayılabilir. Flash falan öğrenmiştim böyle kayan yazılar, olmayan çizim yeteneğimle animasyonlar falan yapıyordum. JavaScript öğrenmeye başlamıştım biraz ancak çalıştığım kitap eski java sürümünde olduğu için bazı kodlar çalışmıyordu. O yüzden canım sıkıldı bıraktım. Şu anda da php üzerinde çalışıyorum ancak vaktim yok malesef. Vaktim yok demek de ne karizmatik bir cümleymiş ya sanki çok taşaklı bir iş adamının ağzından çıkmış gibi. Ulan gene aklıma geldi bundan 20 sene sonra nerde ne halt ediyo olcam lan. Burcuuu seni çok seviyorum canım benim. Fotoğrafımızı gördüm şimdi tatlı tatlı gülümsüyorsun bana.

29 Temmuz 2011 Cuma

Yanlış Antibiyotik Kullanımı


Küçükken her hasta oluşumda, her boğazım ağrımaya başladığında evde hazır asker augmentin yardımıma yetişirdi. Peki bu süper ilaç augmentin gerçekten beni iyileştiriyor muydu yoksa sadece içtiğim kocaman iğrenç bir tadı olan hap mıydı ?

Çoğu insan da annem gibi her boğazı ağrıdığında, her üşüttüğünde evde duran antibiyotiğe saldırır. Oysa ki nezle, grip gibi çoğu üst solunum yolları infeksiyonu hastalıklarının sebebi bakteriler değil, virüslerdir. Bizim hasta olduğumuzda içtiğimiz antibiyotikler malesef bir işe yaramamak da bize fayda değil zarar vermektedir.

Antibiyotiklerin yok yere sıklıkla kullanılması, bakterilerin o antibiyotiğe karşı direnç gelişmesine yol açar. Direnç gelişince bakteriyi öldürebilecek olan antibiyotik görevini yapamaz, bakteriler de hafta sonu sahillere saldıran günübirlikçiler gibi vücudumuzda yayılırlar.

Antibiyotiklerin bir diğer zararlı etkisi de vücudumuzun normal florasında bulunan, dışkı oluşturulmasını sağlayan Clostridium gibi, vücut için yararlı bakterileri de öldürmesidir. Vücudumuzun normal florasında bir değişiklik olduğu zaman fırsatçı bir diğer bakteri ortamda baskın çıkarak infeksiyona neden olabilir.

Yanlış antibiyotik kullanımı tedavi masrafını arttırır, hastanelerde salgınlara neden olur, heyecanla beklediğiniz bebeklerinizi kaybetmenize neden olabilir. Bunları bilin ve şeker gibi antibiyotik içmekten vazgeçin.







14 Temmuz 2011 Perşembe

Bulgaristan Günlükleri - Döndükten Sonra

20 sayfalık günlüğümü buraya geçirirken orada yaşadığım günler gözümün önüne geldi. Yazdıklarımı okuduğumda bazı şeyleri anlatmadığımı ya da üzerinde detaylı şekilde durmadığımı fark ettim. Bu yazıyı kısaca Bulgaristan'ı ve oradaki günlerimi özetlemek için yazıyorum. Para birimlerini karşılaştırma açısından 1 levayı 1.2 TL olarak düşünelim.

Bulgaristan ne Avrupalılaşmış ne de Türkiye gibi bir ülke. Rusların etkisinde kalmış bir yer. Binalar eski, restorasyon görmemiş. Kaldığım yurttaki yatak 1950 - 1960lı yıllarda ülkemizde kullanılan yaylı yataklardan. Teknoloji olarak da oldukça geriler. Cep telefonları, arabalar hep bizimkilerden eski model. İnternet oldukça zor bulunuyor.

Yemek kültürü olarak bir şey söyleyemeyeceğim muhtemelen Türk yemeklerine benzer bir lezzetleri vardır. Ne de olsa her iki ülkenin vatandaşı her iki ülkede de bolca bulunuyor.

Kendilerine özgü bir şey tanıma fırsatım olmadı malesef. Ya Avrupa/Amerika tarzı restoran-cafe-bar gördüm ya da dönerci-kebapçı-kahve gibi yerler.

Benim kaldığım bölge -öğrenci şehri- diskolar, kumarhaneler, barlardan zengin bir bölgeydi. Bunu takiben bölgede çok fazla Türk öğrencinin bulunması dolayısıyla da dönerci, kebapçı, simitçi gibi yerler vardı. Koskoca bölgede malesef 1 tane internet kafe vardı onun da saati 2 levaydı.

Oradaki otobüs ve toplu taşıma araçlarından bahsedeyim biraz. Burada haftalık/aylık bilet alınıyor. 1 haftalık bilet 15 leva, 1 aylık bilet 40 leva gibi bir şeydi. Tek biletler ise 1 leva. Otobüse bizdeki gibi önden binip bilet almak/göstermek gibi bir şey yok. Otobüse istediğin kapıdan biniyorsun, yerine geçip oturuyorsun. Biletin yoksa şöförden bilet alıp kenardaki yerlerde deliyorsun. Bir kontrol olursa biletini gösteriyorsun. Ben oradayken sadece bir kere kontrole denk geldi. Kontrolde biletsiz yakalanırsan 10 leva ceza ödüyorsun.

Hastanede 1 gün geçirdim sadece. Onda da Bulgarca konuşuluyordu, bana çeviri yapan bir asistan arkadaş vardı o da kendi hastalarını sunduktan sonra gitti hiç bir şey anlamamaya başladım. Baktım fazla faydası olmayacak, vizemi uzatmanın bir manası olmadığına karar verdim ve dönüş biletimi aldım.

Sofya'da en çok beğendiğim şey parkların, binaların hepsinin korunmuş olması. Şehir adeta bir park evler de bu parkın köşelerine dağılmış sanki. Her yerde ormanlık alanlar. Havası çok temiz. O parklarda yürüyüş yapmaktan aldığım zevki Türkiye'de hiç bir yerde bulamadım - Olympos daha zevkliydi ya nasıl unuttum orayı, gerçi orası ayrı bir bölge o yüzden Olympos'u Sofya'nın parklarıyla kıyaslamak hata olur -

Hastaneler bir bölgeye toplanmış farkları ne bilmiyorum açıkçası ama şehirde 20ye yakın hastane var, ki hastane başına düşen nüfus bakımından bizim şehirlerimizden çok daha üstünler. Emin olmamakla beraber onlar da üniversite hastanesi diye bir kavram olmayabilir. Benim staj yaptığım hastanede -diğer hastanelerden uzak bir yerdeydi- 3 tane stajyer kardiyoloji stajındaydılar. Diğer hastanelerde de gene bu şekilde öğrenciler varmış.

Orada tanıştığım diğer exchange öğrencilerine gelince. İlk Macarlarla tanıştım. Balazs ve Imre diğer 2 kızın adını hatırlamıyorum çok da anlamamıştım zaten. Diğer öğrencileri bulmaya çok meraklılardı, Elena'dan herkesin yurdunu ve oda numaralarını öğrenip teker teker odaları basarak Litvanyalı, İspanyol ve Fransızı buldular.

Onlarla bir gece beraber olduk. Macarlar birayı tokuşturmazlarmış. Bir zamanlar Macarların genareliyle Avusturyalıların generali kadeh tokuşturmuş ertesi gün tüm Macarlar kılıçtan geçirilmiş. Buna benzer bir hikayeleri vardı.

Alışverişten bahsetmedim hiç. Temel ihtiyaçlardan başlayayım azcık. Örneğin su. Aynı suyun her yerde fiyatı farklı. Bir büfede 0.80 leva iken yan tarafta 1.20 diğer yandaki marette ise 0.40 leva olabiliyordu. Sakız bile alsanız fiş kesiyolardı.

Vitoşka caddesi diye ünlü bir çarşıları vardı. Oraya gittim. Hiç de anlattıkları gibi bir yer çıkmadı karşıma. Çirkin bir sokakta bi iki güzel mağaza var onun dışında hiç bir şey. NineWest, Zara orada gördüğüm mağazalardan.

Bir de Sofia City Centre diye bir AVMleri vardı. Sofya'nın en büyük AVMsi bizim burdaki küçücük AVMler gibi. Converse, Adidas, Altınbaş da burada bulunan markalardan. Fiyatları hemen hemen Türkiye'yle aynı.

Alkollü içeceklerin fiyatları ülkemize göre oldukça uygundu.

Oldukça heyecanlı ve keyifli 1 hafta geçirip döndüm Türkiye'ye benim için unutulmaz bir macera oldu. Acısıyla tatlısıyla her şeyiyle çok güzeldi.

Bulgaristan Günlükleri - 9 Hastanede ilk gün

04.01.2011

Çok yorgunum hemen yatıcam. O yüzden fazla yazamıyorum. Staja başladım. Danışman öğretim görevlisi Prof. Gudev hoşgeldin dedi.
Öğlen bitti.
Yurda geldim net kafeye gittim.
İspanyol, Fransız, Litvanyalı, 4 Macar

Are you hungry ?
Yes, I am but he is not. He is from Lithuania

Bulgaristan Günlükleri - 8 Şehir Merkezine Yolculuk

03.07.2011

12'ye doğru uyandım gene. Dün gece fena yağmur yağdı. Hala da hafif hafif devam ediyor. Bugün merkeze doğru gideyim yavaştan.

Güzergahımı çizdim yola çıkıyorum...

2 saate yakın süren bir yürüyüşün sonunda şehir merkezine ulaştım. Çok güzel bir yerdi. Gene her yerde bir sürü park var. Hele bir tanesi, yanından yürüdüğüm, yürü yürü bitmiyordu. Yağmur yağdığı için o bölgeden pek keyif alamadım. Her yer çamurdu. Güneşli bir günde oraların içlerine doğru yürüycem. Parkın adı Borissovata Gardina'ymış

Vasil Levski Stadyumunu gördüm. Parkın içinde. Her yerde heykeller var. Eski binalar korunmuş. Şehir merkezi çok sevimli bir yerdi. Alexander Nevski Kilisesini gördüm. Daha heybetli bir yer bekliyordum ama değilmiş. Malesef içeride fotoğraf çekmeye izin verilmiyordu. Dışarıdan çektim ama bir kaç tane.

Oradan çıkınca haritaya bağlı kalmadan dolaştım bir yerlere gittim nereleri olduğunu bilmiyorum gerçi.

Karşıma bir tane McDonalds tabelası çıktı. Onu takip ettim. McDonaldsa geldim. Girişinde ünlü şehirlerin yönlerini gösteren pusulamsı bir heykel/tabela vardı. Çok sevimliydi. McDonalds'ta internet de varmış.

Uzun bir zaman sonra haber sitelerine baktım. Aziz Yıldırım tutuklanmış vay be. Koskoca Aziz Yıldırım içeriye düşmüş.

McDonaldsın orada bir tane üst geçti vardı. Herkes oraya çıkıyordu ben de merak ettim çıktım oraya. Ya arkadaş bir de ne göreyim merdivenlerin tam karşısında bir eleman almış hatunu kucağına çok ateşli bir şekilde yiyişiyolardı.

Aaa çok önemli bir şeyi anlatmayı unuttum. Kucağına almış yiyişiyolar deyince aklıma geldi. Kiliseden çıkıp biraz dolandıktan sonra bir parka çıktım gene. Burada da bir bankta hatun çocuğun kucağında yiyişiyolardı. Neyse önemli olan burası değil. Bu çiftten sonraki bankta da 2 tane yaşlı amca satranç oynuyorladı. Yanlarında da 2 3 kişi seyrediyordu. Çok tatlıydılar ya. Tavla oynayan amcaları görmekten sonra satranç oynayanlar bayaa garip geldi.

Parkta yürürken çok hoş bir klasik müzik sesi geliyordu. İlk başta bant yayını sandım - Türkiye'deki her parkta müzik yayınlansa ne güzel olurdu ya- Müzik canlıymış meğer. Küçük bir grup 3 keman 1 çello. Durdum bir süre onları dinledim. Bach'ın bir bestesini çalıyorlardı. Adını unuttum şimdi. Tenacious D'de de çalıyordu hatta. Telefona kaydettim ama miktofonu kapatmışım elimle heralde. Ses kötü çıkmış.

Bu kısmı unuttuğum için biraz atlıyorum gerçi de kusura bakmayın..

McDonalds'tan çıktım. Otobüse bindim. İlk defa otobüse bindim burada. Herkes biletlerini bir yere sıkıştırıp deliyordu. Bi tane adam bilet alıyordu. Bi baktım kolunda alçı var üzerinde de Türkçe birşeyler yazıyor. Çocuğa sordum ben bileti aldım şimdi napcam diye. Çocuk anlattı. Biraz sohbet ettik. Adı Nedim'miş. Telefon numarasını aldım. Buralarda yurtta kalıyomuş. Gezilecek görülecek yerleri anlattı.

İnternet kafenin orda indim otobüsten. Annem ve Burcu'yla konuştum, alışverişimi yaptım, geşdim odaya.

Odada bugün başıma gelmeyen kalmadı. İlk başta kapıyı açamadım. İndim aşağı adam anlamıyor bir şey. Sonra kenarda ayaküstü yiyişen bir çift vardı onlara söyledim. Kız kapıdaki adamla konuştu. Adam tekrar dene dedi. Çıktık çiftle beraber yukarıya. Kapı açıldı.

Duşa girdim bu seferde duşun suyu ileten kısmı düştü. Onu taktım zar zor. Kapının girişinde küçük hol gibi bi yer var orası sırılsıklam oldu.

Bu kadar yeter bugünlük, şimdi fotoğrafları bilgisayara atıp uyuyayım.

Şu anda Mustafa Sandal'ın bir şarkısı Bulgarça çalıyor. Hatırla beni şarkılarda nananana unutmayalım seni bu geceeee     sözleri iyi salladım haa ama bunun gibi bişeydi işte.

Kilisede mum da diktim onu unutmadan yazayı. Dua ettim bi de Allah'ım sen sevdiklerima bana hepimize herkese doğru yolu göster, iyi insanlarla karşılaştır. Sağlık ve mutluluk dolgu güzel bir yaşam eyle yarabbim. Bir günahım var ise affet.

9 Temmuz 2011 Cumartesi

Bulgaristan Günlükleri - 7 İkinci Gün

02.07.2011

12ye kadar uyudm gene. Yatak beklediğimden daha iyiydi. Şimdi de şehri dolaşmaya çıkacağım. Haydi bakalım heyecan beni bekliyor.

İhi naber ? Bugün bulunduğum bölgeyi dolaştım biraz daha merkezi yerlere gittim. Annem ve Burcu'yla konuştum internet kafeden. Canlarım özlemişim onları. Oyun oynadım bi de bisürü. Star Wars Battlefront 2 dönünce indirmeyi unutmayayım.

Binalar biraz daha modernleşmeye başladı merkeze doğru. Odama da alıştım aslında. Sevdim ya ben burayı. Şu an çok heyecan doluyum. Yarın olsa da gerçek şehir merkezini dolaşsam. Burada bir çok park var. Haritaya bakınca da görülüyor ne kadar çok olduğu. Students Park ve Lozents Hunting Parkı'ı gördüm. Sutdents Park normal park işte. İçerisinde bisikletli, kaykaylı ve patenliler için atlamalı hoplamalı bir yer var. Burada bisikletliler de kaykaylılar da çok fazla var. Hepsi de güvenlik ekipmanlarını takıyorlar. Motosikletliler de aynı şekilde. Kask, dizlik, ceket, eldiven hepsi tamam.

Sürücüler araçları bağırtmayı çok seviyolar. Sürekli bir patinaj çekerek kalkmalar falan.. Ama çoğu sürücü kurallara uygun araç kullanıyor. Çok fazla trafik ışığı olmamasına rağmen her yaya geçitinde araçlar durup yayaya yol veriyor.

Sokaklarda özellikle parklarda güneş enerjisiyle çalışan lambalar var. Ne kadar ışık veriyorlar gerçi bilmiyorum. Karanlıkken görmedim. Burada hava saat 10 gibi kararıyor.

Mutluyum ya burada olmaktan.

Çok fazla Türk var burada. Yarı yarıyalar heralde. Gördüğüm çoğu esmer adam Türk çıkıyor.

Öğlen baconlı makarna yedim. Bacon yazdım çünkü dana jambon mu domuz mu bilmiyorum. Pahalıydı ama ya. Yanında bir tane de kola 8 leva ödedim. Akşam yemeğini ise kebapçıda yedim. İnegöl köfte çok lezzetliydi. Ayranla beraber 5.5 leva ödedim. Yemekler ordan bundan sonra.

Daha anlatacak bir şey bulamadım.

Ha burada en çok duyduğum müzik Jennifer Lopez'in On The Floor'u.

Her yerde bar var. Hepsi de çok güzeller. Daha hiç birinde oturmadım gerçi. Gece hayatını da görmedim ama oldukça hareketliye benziyor. Her yerde afişler oldukça seksi. Bir gece görmek isterim oraları. Kumarhaneler de var her yerde. Onlara da bir gitmek istiyorum ama cesaret edemiyorum. Yarın bir kaç Türk'e oraların raconunu sorayım.

Odama şu anda bizim Türk müziklerine benzer bir müzik sesi geliyor ama Türkçe mi Bulgarca mı duyamıyorum.

Vizemi uzatayım biraz. Eğlenceli olcak burası. İyi ki gelmişim. Kalkıp dans edesim var. Şu an hatta kalktım oynuyorum. Hoba hoba tey tey teyyyyy

Ha bu arada burada akaryakıt fiyatları çok uygun. Benzinin litresi 2.35 dizelin 2.85. Gaz da 1 küsür. İnternet pahalı yalnız biraz. 2 saat 3.5 leva. Alkollü içecekler uygun fiyatlı. Smirnoff 20 leva.

Müzik Bulgarcaymış

Kızlardan bahsedeyim yahu biraz. Hani yollu diye bir tabir vardır ya burdakiler yollu olmaktan çıkıp yolcu olmuşlar. Çok seksiler. Hepsinin kalçasında dövme. Hepsi beli açık, düşük bel pantolon giyiyorlar. Hele motora binmiş bir afet vadı ki off. Mavi tangası görülüyordu. Öyle bir iç gıdıklayıcıydı ki.

Akıl Oyunları kitabını okumaya devam edeyim şimdi çok eğlenceli bir kitap. Yazarla sohbet ediyoruz, geyik yapıyoruz. Bana burada iyi bir oda arkadaşı oldu.

Bulgaristan Günlükleri - 6 İlk Gecenin Sonu

Pöff gecenin bu saatinde karnım acıkmayaydı iyiydi. Lokum mu yesem ne. Yiyeyim ya nolcek. Siktir et Ely'yi. Hadi çav Ely. Lokum demişten bu aptal lokumlar free shopta ne kadar pahalıymış be. Bi de free shop zannettiğim kadar ucuz değilmiş. Etiket fiyatıyla 10 lira gibi bir şey fark ediyordu bazı ürünler.

Uykum geliyor gibi yavaştan yatağa geçip kitabımı okuyup uyuyayım. Rüyamda annem ve Burcu'ma kavuşayım. Çok seviyorum ikinizi de çok özledim. İyi ki varsınız.

Ha anne bir de burada battaniye gibi bişi bardı. Onu örtüsünün içine geçirebildim bak :p

Bulgaristan Günlükleri - 5 İnternet Üzerine

Buraya ne umarak gelmiştim ? Aslında burasıyla ilgili hiç bir şey düşünmemiştim. Ne daha iyi ne daha kötü bir yer bekliyordum. Tek eksiğim internet. Onunda olmadığı iyi olmuş olabilir aslında. İnternet olsaydı bu yazı ortaya çıkmayacaktı muhtemelen. Gene de burada yaşadıklarımı yazardım ama bu kadar içten olacağını zannetmiyorum. İnternet iyi bir şey mi kötü mü ? İyi bir şey. Sınırsız bir bilgi, iletişim teknolojisi. Hayatımızdan bir çok şey eksilttiği de bir gerçek.

Eskisi gibi özlem duymuyoruz birbirimize. İnsanlarla eskisi gibi tanışmıyoruz, kaynaşmıyoruz. İlişkiler bile yavanlaştı. Etrafımda o kadar çok insan var ki internnetten birbiriyle can ciğer kuzu sarması olup, gerçekte birbirinin yüzüne bile bakmayan.

Burada internet olsaydı annemi, Burcu'mu bu kadar özlemezdim. Özledim mi hemen arar görürdüm onları. Şimdi ise sabrediyorum. Yarının olmasını bekliyorum. İnternet kafeye gidip onları görmeyi bekliyorum. Bekledikçe özlemim daha da artıyor. Az kaldı ama dönücem yakında. İkisini de kollarıma alıp doya doya öpücem.

İnternet konusundan saptım biraz gerçi ama içimden geldiği gibi yazıyorum. O an ne hissetiysem ne yaşadıysam o.

Geçenlerde "twitter celebrity"si ceriLevis internet üzerinden yapılan bir skype streaming programına çıkmıştı. Çok tuhaf geldi onu görmek. Tweetlerini beğendiğim, güldüğüm ama hiç görmemiş olduğum bir adamı gördüm. Tipi beklediğim gibiydi ya da değildi. Bir karakter yaratmamıştım ona. Avatarındaki fotoğrafto p sadece benim için.

Programı izlediğimde Ömür Özdemir'den soğudum. Konuşma tarzı - yaeı maelı- sohbet sırasında sürekli telefonuyla uğraşması, bir şeyler anlatırken karşısındaki adamı zırt pırt dürtmesi... Yaşantımda yanımda olsa isteyeceğim birisi değil. Yakınımda olsa ne mal bi herif bu ya derim.

ceriLevis karakterini ise seviyorum. Tweetlerini okumaktan zevk alıyorum. Benim için Ömür Özdemir ile ceriLevis ayrı kişiler. Öyle de olmalı bence.

İnternet gerçek yaşantımız olmamalı. Sadece bir aracı olmalı. Ondan bilgileri alıp, kendi beynimizle yorumlayıp, süzüp, işledikten sonra o bilgi değer kazanır. İnternet bir yaşam değil, araçtır.

Bulgaristan Günlükleri - 4 Telefon Konuşması

Pöff bir yağmur eksikti o da başladı. Ah be Elena naptın sen canım ya. Bi kaç tane kalın bi şey getirseydim keşke pöff. Sana o kadar laf ettim gerçi de benim odayı görünce  yaşadığım hayal kırıklığını fark ettin üzüldün biraz. Bak ben de onu fark ettim. İlerleyen güzlerden daha yakından tanıdığımda severim seni.

Burcu'm aradın ya şimdi sen beni bu satırları yazarken zaten çok duygulanmıştım bi de sesin de çok kötü gelince tutamadım kendimi pek. Mutsuz olduğumdan dolayı değil yani. Seni çok seviyorum. Büte kalman da salaklığından evet. Salaksın çünkü hiç çalışmadın. Ciddiye almadın sınavı. Aklın başına geldi ama. Sana bir şey söyleyeyim mi ama kızmayacaksın. Ben senin büte kalmana sevindim aslında. Hem bu sayede bu seneyi daha iyi öğreneceksin hem de bu sana ders olacak. İşlerin lay lay lom yürümediğini anlayacaksın. Ah bir çalışsan öyle güzel yaparsın ki soruları ama çalışmıyorsun. Şapsal sevgilim benim.

Bulgaristan Günlükleri - 3 Anneme

Burcu'ya bu kadar çok şey yazdım diye kıskandın di mi annem :) Gülmeee biliyorum gülüyorsun. Sen hep gül tamam mııı. Hiç bir zaman gözlerinde yaş olmasın. Aha bak yaşardı şimdi. E anne hani hiç yaş olmayacaktı gözlerinde. Beni üzüyorsun ama. Bak benim de gözlerim yaşardı. Seni çok seviyorum biricik annem.

Sana her şey için teşekkür ederim. Beni böyle güzel yetiştirdiğin için - burada kendimi övüyorum - benim için her türlü fedakarlığı yaptığın için çok teşekkür ederim. Senin hakkını asla ödeyemem.

Anneler fedakar derler ya. Bence yanlış bir söylem o. İnsanlar senin gibi bir anne görmemişler ki anneleri fedakar zannediyolar. Onlar da fedakardırlar ama hiç biri senin kadar olamaz. Sen daha bir başkasın. Sen bir meleksin benim güzel annem.

Senden tek bir isteğim var. Artık beni ekisi kadar çok düşünme. Ben kendim idare edebiliyorum. Burada asla yapamayacağım bir odada bile mutluyum, huzurluyum. Biliyorum ki sen de orada mutlusun, huzurlusun. Tüm sevdiklerin yanında sana destek oluyor.  Artık sen de bana destek olmayı bırakıp kendi güzel hayatına bak. Sen mutlu, huzurlu, sağlıklı olursan ben daha da iyi olurum. Beni merak etme en. Seni çok seviyorum.

Ama bir de motor ?! :)

Bulgaristan Günlükleri - 2 Burcu'ya

Burcu'mmm.. Seni nasıl özledim var ya anlatamam. Senin o tüm içtenliğinle kıkırdamalarını, aşkım deyip sarılmanı, tatlı tatlı konuşmanı özledim. Şimdi burada olsan keşke sarılsam, öpsem, koklasam. Herşeyim benim, canım. Sen yanımda olunca kendimi çok güçlü hissediyorum. Hep yanımda ol destekle beni. Elimden tut, hiç bir zaman bırakma.

Ha bir de güzelce ders çalış. Bütünlemede geçersin güveniyorum sana. Ben sana demiştim demeyi çok sevdiğimi bilirsin. Şimdi de diyorum ki sana. Eğer güzelce çalışırsan, konuları öğrenirsen o sınav vız gelir sana. Seninle el ele olup tüm zorlukları atlatacağız. Ayrıca ben sana o çalışmayla büte kalırsın diye en baştan söylemiştim hıh.

Şu anda bunları okuduğunu hayal ediyorum da ne güzel gülümsüyorsun sen öle. Gözlerin ışıl ışıl. Gözlerin bana bu kadar uzaktayken bile pırıl pırıl parlıyor, görüyorum.

Seni çok seviyorum sevgilim.

Bulgaristan Günlükleri - 1 İlk İzlenimler

01.07.2011

Bugün tatilimin ilk günü. İzmir'den 8.10 uçağıyla yola çıktım. Önce İstanbul sonra Sofya. Begüm ile aynı uçaktaydık. Keyifli bir yolculuk oldu. Ancak bu keyif Sofya'ya varıp CP(Contact Person)lerimizle tanışıncaya kadar sürdü.

Elena çok soğuk biri. Biz Türkler ne kadar sıcak kanlıymışız yahu. Kız kalacağım yurda bıraktı sonra ne halin varsa gör dedi resmen. Lokum aldıydım ona halbuki ama lokum gibi insan değilmiş neyse önemli değil. Lokumları ben yerim. Açlıktan ölüyorum zaten.

Burası çok eski. Her şeyiyle eski. Binalar dökülüyor. Arabalar eski model. 5-10 sene geriden geliyor sanki burası. Ah şu yurdun bir de interneti olsaydı. Yurt rahatsız, pis ancak alışılmayacak gibi değil. Yurda alışırım alışmasına ama internetsizlik beni öldürecek.

Telefonla konuşmanın dakikası 6 TL, onlar beni ararlarsa 2 TL. Kredi kartının limiti dolmaz umarım da bir de telefondan mahrum kalmam.

Elena Pazartesi günü Macarların geleceğini söyledi. 3 gün boyunca ben burada tek başıma ne yapacağım ya.

Köşede bir tane dönerci buldum. Çok sıkılırsam oraya gider. Abi kolay gelsin diye muhabbet başlar, konuya girerim. Oradan Sofya'daki tüm Türkleri bulur, Sofya'nın kralı olurum. Sofia'dan İstanbul'a kanal açar adına da Çılgın Balkan Projesi koyarım.

Bulgar ticaretine gireyim diyorum. Değişik değişik kadınlar bulup götüreyim Türkiye'ye. Burdaki tipler çok garip ve sexy lan. Her türlü giderleri olur Türkiye'de. Türkiye'de herkes "Nefes alsın yeter, kıpraşıyorsa süper!" modunda zaten. Kesin tutar bu iş.

İnternete bağlanma çabalarım sürüyor bir yandan. Burada bir kaç tane wireless var. Şifrelerine bir şey uyduruyorum ama hiç biri olmuyor. Zor şifre koymuş piçler.

Ha bi de tuvalette götümüzü yıkamak için su çıkan bir şey var ya o burada yok. Peçeteye silmek zorunda kaldım. İğrençti lan. Bunu neden yazıp paylaştım ben de bilmiyorum.

Burcu aradı sınav sonuçlarını haber verdi. 66yla geçmişim ama tam sevinemedim. Benim güzel kuzum bütünlemeye kalmış. Çok kötü ağlıyordu kıyamam. Onu öyle duyunca hemen ilk uçağa atlayıp Türkiye'ye dönesim geldi.

Bu 2 gün şöyle bir dolaşır, pazartesi de Elena'ya verdiğim 50 euroyu da alır dönerim.
Napcam lan ben burada bu kadar zaman tek başıma. Lan pezevenkler bari internet olsaydı.

Aşağıda DVD kiralama yeri gibi bir yer varbi oraya sorayım bakayım internete nasıl bağlanabilirim.

Ha bi de anneler candır. Onlar ne derlerse yapın. Tuvalet kağıdı yoktur dedi yok :)

Bi de yanıma bu kadar eşya almasaydım iyiydi. 8 kg fazla bavul için 88 lira öddedim. Bir yerinde patlar o kadar para inş. Ali Sabancı. Cık cık ayıp. Yapma bunu bana bir daha.

İnternet kafe bulmak için dışarıya çıktım. Hem de bir şeyler yemek için. O bulduğum dönerciye gittim. Türkçe konuşuyordu adam ama gene de pek anlaşamadık.

Bir tane internet kafe buldum ama kapalıymış :(

Odamda wireless'ı çeken bir mekan var. Şifresini öğrenebilmek için oraya gittim ama vermedi pezevenkler. Oturdum bi bira içiyordum. Bir baktım yan masadakiler Türk. Hemen sokuldum onlara, muhabbeti kurdum. Bana internet kafe, yemek yenecek yer, Türklerin takıldığı yerleri gösterdiler. Sağolsunlar çok yardımcı oldular. Telefon numaralarını aldım bir sorun olursa onları arayacağım.

Ha bi de burada adım başı dönerci var. Casinolar, diskolar. Gece hayatı pek hareketli gibi de tek başıma çıkmaya cesaret edemiyorum. Yurda da gece en son kaçta giriliyor bilmiyorum. Kapıdakiler de Bulgarca'dan başka şey bilmiyorlar derdimi anlatamıyorum onlara.

Tabelaların hepsi Bulgarca o çok sinir bozucu. Hiç bir şey anlamıyorum.
Bugün bir tane hamburgerciye gittim, burger and cola dedim, kadın anlamadı, cıks cıks dedi, salak karı dedim çıktım gittim.

Buradaki Türkler, burdaki insanların Türklere çok alışkın olduğunu söylüyor. Halkın çoğu Türkçe biliyormuş. İngilizce Türkçe bir şekilde anlaşacağım artık.

Hava çok soğuk. Bi de salak Elena bana hava sıcak dediydi. Soğuk karı alışmış tabi soğuğa bu hava sıcak gelir tabi ona. Götüm dondu lan.

Macarlar gelecekmiş pazartesi günü. İnşallah anlaşırım onlarla da buradaki günlerime bir renk gelir. Plevne'ye ya da Varna'ya mı gitsem. Yarın faceten Begüm'e bir mesaj atayım da bi numarasını alayım. Burada sıkıntıdan patlarsam giderim oralara. Buradan daha sıkıntıdan patlarsam giderim belki orası daha güzeldir.

Eve dönmek istiyorum ya da daha insancıl, interneti olan, temiz bir yerde olabilseydim bu kadar sıkılmazdım heralde.

Bunları da yazmak iyi oluyor. Hem burada yaşadıklarımı unutmamış olurum hem de sohbet edecek birisi var sanki. Dinleyenden çok anlatan birisi olmak da güzelmiş. Ben pek bir şey anlatmıyorum ya anlatmak istiyorum bazen ama pek içimden gelmiyor. Sadece kendimle paylaşmak istiyorum sanki.

Yukarıdan gacur gucur sesler geliyor yahu az yavaş olun. Daha bu saatte başlanır mı. Olan var olmayan var. Odadaki yatakların da bel kısmı çökmüş zaten. Burada iyi çalışmışlar belli. Kız erkek karışık yurt bu arada onu yazmayı unutmuşum.

Tek eksiğim internet o da olsaydı çok güzel bir hafta geçirebilirdim. Umarım hastanede vardır.

8 Temmuz 2011 Cuma

Bulgaristan Günlükleri

Az sonra yazmaya başlayacağım yazıları Bulgaristan'da yazdım. Orada internetim olmadığı için buraya şimdi aktarmaya başlıyorum. Yazı biraz uzun olduğu ve kısmen konu konu olduğu için, hem okuma kolaylığı olsun diye hem de daha sonra bunları okuyacağım zaman neyi nerde arayacağımı daha rahat bilmek için, yazıyı ayrı ayrı başlıklar altında yazacağım.

25 Mayıs 2011 Çarşamba

Sefiller ve Victor Hugo

Sefiller
(Victor Hugo)

            Sayfa Sayısı: 347
            Yayınevi: Sis Yayıncılık

                        Victor Hugo (26 Şubat 1802 – 22 Mayıs 1885)
                                              
            26 Şubat 1802’de Fransa’da doğdu. Genç yaşta edebiyatla ilgilenmeye başladı romantizm akımının öncülerindendir. İmparatorluğa karşı mücadele veren bir cumhuriyetçidir. Cumhuriyetin ilanından sonra parlamento üyeliğine seçilmiş, Napoleon’un darbesinden sonra sürgüne gönderilmiş, en önemli eserlerinden olan “Sefiller”i  burada yazmıştır. Sürgün yıllarından sonra yeniden aktif siyasetle ilgilendi.
            22 Mayıs 1885 yılında “ Tanrıya inanıyorum, ahrete inanıyorum, fakat hiçbir kilise papazını yanımda istemiyorum. Beni seven bütün dünya insanlarının gönülden dualarını bekliyorum. Bu benim için kafidir” sözleriyle hayata gözlerini yummuştur.
            “Notre Dame’ın Kamburu” bir diğer önemli eseridir.


Sefiller

            Jan Valjean bir somon ekmek çaldığı için beş sene kürek cezasına çarptırılmış bir mahkumdur. Cezasını çekerken kaçtığı için cezası ondokuz yıla çıkmıştır. Cezası tamamlanınca kürek mahkumu olduğunu gösterir bir belgeyle  salıverilmiştir. Bu belge yüzünden herkes ona kötü davranmak da namusuyla para kazanmasını engellemektedir.
            Jan Valjean bir piskoposun evine sığınır. Evden ayrılırken iki tane gümüş şamdan çalar. Jan Valjean kaçarken yakalanır ancak piskopos şikayetçi olmaz  şamdanları ona hediye eder  ve namusuyla para kazanmasını tembihler. Bu olay Jan Valjean için dönüm noktası olmuştur.
            Madeleine adıyla iş hayatına atılır, zengin olur  Belediye Başkanı olur. Herkesin parmakla gösterdiği, iyiliği ve cömertliğiyle örnek bir insandır “Baba Madeleine”.
            Javert çalışkan işine tutkuyla bağlı bir polis müfettişi; Baba Madeleine’in azılı kaçak Jan Valjean olduğundan şüphelenmektedir; ancak bu sırada bir başkası Jan Valjean diye tutuklanmıştır. Gerçek Jan Valjean ise insanın yok yere ceza çekmesine dayanamamış ve gerçek kimliğini açıklamıştır.
            Jan Valjean hapse girmiş; ancak bir zaman sonra kaçmayı başarmış. Sakladığı hazinesini ve daha önceden annesi tarafından kendisine emanet edilen küçük Cossette’i de bakıcı  - ona çok kötü davranan- ailesinin yanından alarak bir manastıra sığınmıştır. Bir süre kaçak hayat süren, Jan Valjean ve kızı Cossette  mutlu bir şekilde yaşarken, Cossette büyümüş, genç ve güzel bir kız olmuştur. Marius adlı bir üniversite öğrencisiyle aşk yaşamaya başlamıştır. Jan Valjean ilk başta bu ilişkiyi istemese de kızının hüzünlü görmeye dayanamamış, kızını mutlu etmek için bu ilişkiye onay vermiş; Marius’u  koruyup kollamıştır.
            O yıllarda ihtilal başlamış, Marius da ihtilalci cumhuriyetçilerin tarafındadır. İhtilal sırasında yaşanan çatışmalardan birinde polis müfettişi Jevert cumhuriyetçi ihtilalcilere esir düşmüş idam edilecektir. Jan Valjean, Javert’i kurtarır. Javert, Jan Valjean’ı tutuklayacaktır ama ona duyduğu minnet ile onu tutuklayamamış , işine ve kendisine ihanet ettiği için de kendisini affedememiş ve intihar etmiştir.
            Marius ile Cossette evlenir. Jan Valjean da giderek yaşlanır ve hayata gözlerini yumar.
            Kitap dönemin Fransa’sını tüm gerçekliğiyle okuyucunun önüne seriyor. Dönemin sıkıntıları, fakirlerin yaşadığı zorluklar, mahkum olanların cezalarını çektikten sonra nasıl dışlandıklarını, para için insanların neler yapabileceğini, sefaleti en güzel şekilde anlatmış Victor Hugo. Kitaptan çıkarabileceğimiz anafikir bir insan kendi geçimini sağlayabilirse ahlaksızlık, hırsızlık yapmaz kendi namusuyla para kazanır. Geçmişte işlediği bir suçtan dolayı hüküm giymiş birine bir şans daha verilirse örnek bir insan olabilir. Jan Valjean’ın bu dönüşümü kitapta en güzel şekilde anlatılmış.
            Bu kitabı dört bölümde inceleyebiliriz;
1-      Bölüm:  Giriş bölümü. Bu bölümde Jan Valjean, Jevert ve Cossette’in kimler olduğunu öğreniyoruz. Jan Valjean’ın piskopostan aldığı dersi, Cossette’in annesinin neden onu terk etmek zorunda kaldığını, Javert’in işine ne kadar tutkuyla bağlı olduğunu okuyoruz.
2-      Bölüm: Jan Valjean’ın Baba Madeleine kimliğiyle nasıl örnek bir insan olduğunu, yaşadığı toplumu ne kadar kalkındırdığını öğreniyoruz. Bu bölümün sonunda Jan Valjean, başka birisinin kendisi sanılıp haksız yere cezalandırılacağı için kimliğini açıklayıp yeniden hapse girer.
3-      Bölüm: Jan Valjean hapisten kaçar. Kendisine emanet edilen Cossette’i de alıp kaçak bir hayat sürmeye başlar. Bu bölümde Marius ve Cossette’in aşklarına tanıklık ediyoruz.
4-      Bölüm: Bu bölümde cumhuriyetçilerin ihtilali ve o dönemdeki çatışmaların içinde buluyoruz kendimizi. Jevert’in Jan Valjean’ı minnet duygusuyla kurtarmasını ancak kendisine ihanet ettiği için kendini cezalandırmak için intihar edişini, Cossette ve Marius’un evliliğini ve Jan Valjean’ın hayata gözlerini yumuşunu okuyarak bu güzel eseri bitiriyoruz.

           

6 Şubat 2011 Pazar

Tıp Fakültesinde Okumak ve Hekim Olmak




Zorlu bir 12 seneden sonra girilen ÖSS, açıklanan puanlar, zorlu bir tercih aşaması, yerleştirme sonuçlarının açıklanması, tıp fakültesine kayıt. Tebrikler tıp fakültesine hoşgeldiniz. Heyecanla geçirilen günler geceler ve ilk ders günü.

Herkes; merakla, heyecanla etrafına bakınıyor. Aralarda tanıdık simalar çıkıyor hal hatır sormalar ilk sohbetler. Herkes o kadar mutlu ki. Her yerde gülen suratlar. Hoşgeldiniz konuşmaları ve önlük giydirme töreni. 

Benim için en etkileyicisi önlük giydirme töreniydi. Herkes neden tıp fakültesini tercih ettiğini söylüyordu. Hekim adaylarının çoğu parası için, garanti meslek olduğu için ailenin bizim oğlumuz/kızımız doktor olcak laflarıyla gelmişti. 



Elimde olsa o an onların hepsini evine gönderirdim. Doktorluk için önce insan sevgisi gelmelidir. İnsan hayatı ön planda tutulmalıdır. Türkiye'de sadece 4 doktorun yapabildiği bir ameliyat hayat kurtarıcaksa bu iş için bıçak parası alınmamalıdır. Para kazanmanın bir çok yolu vardır ancak bu asla insan hayatıyla oynayarak olmamalıdır.

Önlük giydirme töreninden sonra ilk dersler başlar. Anatomici tahtaya sulcus tendinis musculi flexoris hallucis longi yazar. İlk başta gözünür korkar ama zamanla alışırsınız. Bu şekilde geçer bir kaç gün. Derken ilk kurul/komite yaklaşır. İnsanların gerçek yüzünü yavaşça görmeye başlarsınız. Kimisi sınavdan önce ben hiç bir şey bilmiyorum, hiç bir şey yapamıyorum, hiç çalışmadım der. Sınav sonuçları açıklanır bu insanlar 80 90 alırlar. Bu böyle devam eder.

Tıp fakültesi öğrencisi olmak için sadece matematiği, fiziği, kimyayı, biyolojiyi çok iyi bilmek yetmemeli. Kendine ait bir dünya görüşü olmalı tıp fakültesi öğrencisinin, etrafındaki olaylara kayıtsız kalmamalı, ne olup ne bittiğini önce mantık süzgecinden geçirerek düzgünce yorumlayabilmeli, karşısındaki insana saygısı olmalıdır.

Tıp fakültesinde öğrenilen insandır. Tıp fakültesi öğrencisi anatomiyi, fizyolojiyi ezberlemese de karşısındaki insanın insan olduğunu öğrenmelidir. Hastasını kitaplarda okuduğu gibi mekanik bir alet olarak görmemeli, onun bir insan olduğunu unutmamalıdır. Bunun için önce kendinin insan olduğunu bilmelidir.

Bir hekim her zaman gülmelidir. Bir hekim için gülebilmek aslında en zor şeylerden biri. Uykusuz geçirilen bir nöbetten sonra kahve eşliğinde karşınızda sürekli bağrınıp çağıran bir hastanın ve hasta yakınları karşısında içten gülümsemek zordur. Onu yapabildiğiniz zaman gerçekten doktor olmuşsunuz demektir. Bir hastayı sağlığına kavuşturabilmek için muhteşem kitaplar ezberlemeye, en yeni tedavi yöntemlerini uygulamak yetmez. Bunları bilmeyen bir hekim gerçek bir gülümsemeyle o hastayı, diğer hekimden çok daha çabuk bir şekilde tedavi edebilir.

İnsanlara vermeniz gereken şey antibiyotik değil sevgidir. Sevgisini verebilen bir hekim gerçek bir hekimdir benim gözümde, diploması önemli değil.




Dahi Anlamındaki de Ayrı Yazılır

Bugün gelen bir mesajda benimkidemi yazıyordu. Aklıma lisedeki bir arkadaşım geldi. Gelen her mesajda, okuduğu her yazıda denin ayrı mı yoksa birleşik mi yazıldığına dikkat ederdi yanlış yazılmışsa hemen düzeltirdi. 

Ben de onun gibi yaptım bugün. Dahi anlamındaki de ve soru zamiri olan mi ayrı yazılır dedim. 

Lisedeyken de onun gibi güzel şeyler anlatabilmek isterdim. Her zaman daha etkileyici, daha komik, daha güzel konuşmak isterdim. Bir şey anlattığımda herkesin kahkahalarla gülmesini,  kalpten bir hikayeyle dinleyicinin gözlerini doldurabilmeyi isterdim. Konuşmaya başladığımda herkesin susup "adam ne güzel konuştu ya" demesini isterdim. Olmuyunca olmuyor ama napalım.


4 Şubat 2011 Cuma

1 Bakış Kaç Kuruş ?

Ben veletkene uzaya uzay araçlarına çok meraklı bir çocuktum. Bir çok astronomi kitabı edinmiş hepsini okumuştum. Toys'r'ustan küçük bir teleskop almıştım kendime. Gökyüzünü izlemeye çalışırdım.

Astronomiyle ilişkili olduğum yıllarda annemle Çeşme merkeze dolaşmaya gitmiştik. Sahilde 2 tane üniversite öğrencisi bir tane aynalı teleskop kurmuşlar 50 kuruş karşılığı aya baktırıyorlar. Ben koşa koşa gittim baktım tabi. Sonra heyecanla anne eve gidelim anne eve gidelim diye tutturdum. Eve geldik teleskopumu kaptığım gibi Ilıca'da Kumrucu Hüseyin'in olduğu sokağa koştuk gittik. Tabi o zamanlar o sokak trafiğe kapalı. Neyse efendim. Ben teleskopu çıkardım kurdum buraya 25 kuruşa baktırıyorum aya teleskop öbüründen daha kötü ya o yüzden daha ucuza baktırmalıyım diye de düşünmüşüm. Adil bir insanım :D

Ben o gün bayağı bir para kazandım. Ne kadar olduğumu hatırlamıyorum ama 10 liraya yakın bir şey kazanmıştım sanırım. Ben böyle ara ara çıkıp baktırıyordum. Aradan bir kaç sene geçti ben bu sefer takı toka işine merak sardım. 15 tane mi ne toka buldum bir yerden gittim bir leğen gibi bir şeyin üstünde bunları satmaya çalışıyorum. Kimse de sallamıyor. Arada bir acıdığı için 1 lira falan veren oldu. Babamla ertesi gün Alaçatı pazarına gittik mal almaya. Rengarenk saç bantları, kolyeler, bileklikler... Ben o gece gittim bayağı bir satış yaptım. Her gece heyecanla gidiyordum orda incik boncuk satıyordum.

Zamanla annemle kendi kolyelerimizi yapmaya karar verdik.  Kemeraltına gidip bir sürü boncuk misina kolyelerin ucunu kapatmak için klipsler, kargaburun, pense aldık döndük çeşmeye. Annem kolye yapıyor ben satıyordum. Babamdan arada Ankara'ya gidip geldiğinde boncuk getiriyordu. Bana bir tane simitçi tezgahı da almıştı. Tezgahım bile vardı artık. Kolyeleri, tokaları ayırıp tezgahın üstünde sergiliyordum. O yaz bittiğinde yaklaşık olarak 750 lira falan kazanmıştım.

O kış annem takı tasarım kursuna gitti. Bir sürü birbirinden güzel boncuklar alığ çok özel şeyler yaratıyordu. Kışın satacak yer olmadığı için annem tanıdıklar vasıtasıyla satıyordu. Bayağı bir kazançlıydı.

O yaz, annemin kışın yaptığı kolyeleri satmaya çalışıyordum ama maliyet artınca haliyle ürünlerin fiyatları da artmıştı. Kimse pek ilgi göstermiyordu. Doğru dürüst satış yapamayınca canım sıkılıyordu orda boş boş oturup ürünlerin fiyatını söyledikten sonra insanların hımm peki deyip gitmesi. Satışa çıkmamaya başladım ve öylece bitti o hikayem.

Annem de ilgisini kaybedince takı toka işinden elimizi ayağımızı çekmiş olduk.

Yazı Yazamamak

Yazı yazmaya başlamak ne kadar da zor. Kafamda bir şeyler var anlatacağım onları ama başlayamıyorum. Yok olmuyor. Ordan mı girsem burdan mı girsem yok böyle olmaz, şimdi konu benim anlatmak istediğimin dışına çıkıcak. Olmadı sil hadi. 

Alt paragrafa geçtiğim sırada yukarıda dediklerimin aynısı gene oldu. Tamam yazıya başladım ama konuyu saptırmak üzereyim. Ben böyle beceriksizliğimi sıralaya sıralaya böyle boş bir yazı yazabilirim anca zaten. Bu yazı bitsin hadi esas diğer yazıya döneceğim.

Blog

Gene blog kullanma kararı aldım. Blogun adını da değiştirdimç Daha bir günlük şeklinde yazıyım diye düşünüyorum da yapabilir miyim bilmiyorum. Herkesin okuyabileceği açık bir günlük tutmak da bana pek samimi gelmiyor gerçi. Bir şeyler karalarız ya gene de.

Bu Blogda Ara